Ortak meseleler karşısında aldığımız pozisyon(lar), yüzeyde genellikle siyasal-ideolojik görünmekle birlikte, derinlerde birtakım psikolojik dinamikleri de barındırmaktadır.

Tarihsel kökleri bulunan en kadim psikolojik tepkimiz, beka/varoluş kaygımızla alakalıdır.

Kıbrıslı Türklerin beka kaygısı, tarihsel olarak yaşadığı dışlanma, aşağılanma, iç çatışma, göç ve zulüm gibi travmatik olay ve deneyimlerin bir sonucu olup, nesilden nesile aktarılmış ve zamanla toplumsal bilinçdışına itilmiştir.

Ancak kolektif bilinçdışımızda kök salmış olan beka kaygısı, gündelik siyasette de farklı biçimlerde nüksetmektedir.

Kıbrıslı Türklerin içinden geçtiği bazı tarihsel kırılma noktalarına kısaca göz atarsak, beka kaygısının hayatımızdaki kronik etkisini rahatlıkla teşhis edebiliriz.

Kıbrıs adasının Osmanlı Yönetimi’nden İngiliz Yönetimi’ne devredilmesiyle birlikte, Kıbrıslı Türkler hakim millet olmaktan, azınlık statüsüne geçtiler ve siyasal varlıklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar.

İngiltere’nin I. Dünya Savaşı’nda Kıbrısı ilhak etmesi ve  akabinde Türkiye’nin Lozan Anlaşması ile İngiltere’nin ada üzerindeki haklarını tanıması, Kıbrıslı Türklerin güvenlik kaygılarını artırmıştı.

Keza 1950’li yıllarda Helen milliyetçisi Rumların kurduğu EOKA örgütünün Yunanistan ile birleşme (enosis) hedefiyle başlattıkları silahlı saldırılar, 21 Aralık 1963 saldırıları, 1974 çatışmaları ve göçleri karşısında Kıbrıslı Türklerin beka kaygısı derinleşti.

1974 sonrası dönemde Rumlara yönelik tehdit algılaması azalmakla birlikte, Kıbrıs sorununun çözümü gündeme geldiğinde, Kıbrıslı Türklerin beka kaygısı yeniden su yüzüne çıkmaktadır.

Siyasal yelpazenin sağından soluna kadar farklı şiddette de olsa, varoluş kaygısı etkili olmaktadır. Sağ cenah bugünlerde iki devletlilik tezini savunurken, federasyon içerisinde Kıbrıslı Türklerin eriyebileceği kaygısını ileri sürmektedir. Sol kesim ise, muhtemel bir federasyonda iki toplumun, ancak iki kesimliliğin korunarak yaşayabileceklerine inanarak, beka kaygısını bastırmaktadır.

Öte yandan KKTC’nin uluslararası tanınmışlıktan yoksun olması, Kıbrıslı Türkleri; tarihsel olarak vermis oldukları varoluş mücadelesini tersyüz eden, adeta yoklukla malûl bir varoluş kipine mahkum etmektedir. De facto olarak var olup, dünyada yok sayılmanın yarattığı izolasyon, değersizlik, aşağılanma, dışlanma ve mağduriyet gibi hisler, psikolojik olarak Kıbrıslı Türklerin bilinçdışına ittiği beka kaygısını daha da derinleştirmektedir.

Dünyadan izole olup, sadece Türkiye ile yakın ilişki kurabilen KKTC’nin askeri, ekonomik ve diplomatik açılardan giderek artan bağımlılığı ve gözece homojen nüfusa sahip olan Kıbrıslı Türklerin demografik yapısının heterojenleşmesi, sosyo-kültürel açıdan da varlık kaygısına yol açmaktadır.

Son günlerde tartışma konusu olan ve eğitim sendikalarının eylemlerine sahne olan ortaokul seviyesindeki iki kız çocuğunun okula başörtüsü ile gitmelerine yönelik tepkinin altında da toplumsal olarak içselleştirilen laik yaşam tarzına yönelik bir tehdit algılamasının olduğu barizdir. Bugün algılanan tehdit algılamasının kökeninde ise tarihsel olarak tevarüs edilen beka kaygısı yatmaktadır.

Aslında beka kaygısı olmasaydı, Kıbrıslı Türkler belki de toplum olarak varlığını sürdüremez ve bugünlere gelemezdi. O bakımdan varoluşumuza dair kaygı duymamız, bizi gelecek tehlikelere karşı dikkatli ve uyanık kalmamızı sağlayabilir ve toplumsal dayanışmamıza katkıda bulunabilir.

Ancak beka kaygısı müzminleşip her taşın altından çıkıyorsa, toplum; kutuplaşmaya, paranoyalara ve rasyonel olmayan korkulara savrulabilir.

Oysa kronikleşen kaygılar yerine, korkularımızla ve geçmiş travmalarımızla yüzleşmemiz, ortak sorunlarımızı birlikte çözme iradesi göstermemiz, beka kaygımızı kontrol altında tutabilir ve böylelikle daha sağlıklı bir toplum kurabiliriz.