2002’de çekilen ‘Live From Bahgdad’ filmini çok severim. Onlarca kez izledim, İletişim Fakültesi’ndeki öğrencilerime de dersimin bir parçası olarak izlettiriyorum.
CNN’in bölgesel bir televizyon olmaktan çıkıp global bir televizyonculuk devi olmasını sağlayan Birinci Körfez Savaşı’ndaki gazetecilik başarısını anlatan film gerçek anlamada enfes.
Michael Keaton, bombaların Bağdat’a düşmeye başladığı ana kadar olan süreci Irak’ın başkentinden canlı olarak veren ekibin başındaki gazeteci-yapımcı olarak ün salan Robert Wiener’i oynamıştı.
Wiener’ın, dönemin Irak Enformasyon Bakan Yardımcısı (daha sonra Dışişleri Bakanı olacak olan) Naci Al Haditi ile olan ilişkisi de dramatize edilmişti. Biri Amerikalı bir gazeteci, diğeri Iraklı bir diplomat arasında Irak’ın bombalanmasına günler kala geçen bir konuşma sahnesi aklımdan hiç çıkmaz.
“Konuştuğumuz sürece insanlar ölmeyecek” demişlerdi ve Saddam yönetimi ile müttefiklerin iletişim halinde olması durumunda savaşın çıkmayacağını ifade etmişlerdi. Tabii her iki tarafın maksimalist talepleri savaşı getirmişti.
Şimdi gelelim ülkemize... Rumlar diyalog kapısının kapalı olduğu bir dönemi fırsat bilerek, topları ve tüfekleriyle, ekonomik anlamda biz çökertmek için var güçleriyle saldırıyorlar. Ne turizm, ne de inşaat sektörü bıraktılar. Buna; ‘Modern Çağın Ekonomik Akritas Planı’ demek bile geliyor içimden. Ancak madalyonun öbür yüzü var ki Rumlara hiddetlendiğim kadar kendi kendimize de öfkeleniyorum.
Ne yapıyoruz Allah aşkına? Strateji nedir? Nereye doğru gidiyoruz? Takvim nedir? Kime neyi iknaya çalışıyoruz? Bu sorulara yanıt arıyorum ama bulamıyorum.
Zeminsizlik gerekçesiyle görüşmelerin durması ve bizim tarafın asla görüşmeyiz noktasında ısrar etmesi, Rumların bize dilediklerini yapma penceresini açmıştır ne yazık ki... Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş çok mu istiyordu Kıbrıs’ta federal bir çözümü? Hatta kalbinden geçen iki devletli bir çözüm değil miydi? Ama masayı hiç boş bırakmadı. Görüştü, müzakere etti, kavga etti, demeçler verdi, New Yorklara gitti, Cenevrelerde bulundu, istemese de masayı terk etmedi. Aralar verdi ama işler kızışınca yeniden masanın kurulmasına ön ayak oldu. Rumlara bizi bu kadar ezme fırsatı hiç vermedi. Uluslararası camiayı sürekli canlı tutarak, kendi üzerindeki baskıyı dengelerken, Rumlar üzerindeki baskıyı da aktif tutuyordu. “Bakın Rumlar bize şunu yapıyor, bizi nasıl bir araya getirmeye çalışıyorsunuz” diyerek Rumların da elini kolunu bağlıyordu. Neden, çünkü diyalog devam ediyordu. Aynen filmdeki gibi; “Konuştuğumuz sürece kimseye bir şey olmaz” prensibiyle hareket ediyordu. Kimseye bir şey olmaz derken aslında statükonun devamını anlatıyordu. Kıbrıs’ta da statükonun devamı, müzakere ile masanın canlı tutulması, uluslararası ilginin burada kalması ile ancak sağlanabilir.
Statüko dediğiniz şeyin; bakıma, onarıma ve yönetilmeye ihtiyacı var. Eğer yönetemezseniz, statüko statüko olmaktan çıkar ama değişiklik sizin lehinize olmaz.
Kimse kusura bakmasın ama statükocu olacaksanız statüko yönetimini de iyi bileceksiniz.