Sinema eleştirmenliği denildiğinde nerdeyse akla gelen ilk isim Atilla Dorsay, AA Akademi koordinasyonunda, Anadolu Ajansı (AA) Dış ve Ekonomi Haberleri Yayın Müdürü Barışkan Ünal'ın moderatörlüğünde düzenlenen Sinema Atölyesi'nde, hem sinema eleştirmenliğine hem de Türk sinemasının sürecine dair soruları yanıtladı, gençlere sinema eleştirmenliği konusunda tavsiyelerde bulundu.
Dorsay'ın, hayat hikayesi sinemanın onun için deyim yerindeyse "çocukluk tutkusu" olduğunu gösteriyor.
1939 yılında İzmir'de doğan Dorsay, daha 3-5 yaşlarındayken, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ailesinin tek eğlence kaynağı olması nedeniyle sinemayla tanıştı.
Savaştan aşka, gerilimden maceraya birçok filmi, hatta kendi deyimiyle "belki o yaşta görmemesi gereken" bazı yapımları bile izleyen Dorsay'a göre "tüm bu filmler onu yoğurdu, kişiliğini biçimlendirdi" ve onu bir ömür, bıkmadan, vazgeçmeden sürecek sinema eleştirmenliğine hazırladı.
Ailesinin 1940'lı yılların sonunda kendisini Galatasaray Lisesi'nde okutmak için İstanbul'a taşınmasıyla sinemayla daha da iç içe olma şansını buldu Dorsay.
Beyoğlu'nda yatılı okurken her fırsatta, hatta zaman zaman derslerini, hafta sonu ödevlerini unutarak sinemaya dalan Dorsay, "Bu şekilde sinema benim hayatımın baş eğlencesi oldu. Aynı zamanda da yani peşinden gitmem gereken bir ideal oldu tabii." dedi.
Mimarlık sinemadan vazgeçiremedi
Fakat Atilla Dorsay'ın ilk istediği meslek Fransızca, İngilizce ve İtalyanca bilmesinden dolayı diplomatlık oldu. "Devlet memurluğundan çok çekmişti zamanında" dediği babasının "Her şey ol ama devlet memuru olma." sözleri üzerine ise Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu.
Dorsay, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde 1966 yılında mimar olarak çalışmaya başlasa da işi, sinema tutkusunun önüne geçemedi.
Duayen eleştirmen, "Daha o sıralarda anladım ki benim hayatım sinemayla döner. Cumhuriyet gazetesine gittim. Yazılarımı verdim. O verdiğim yazılar çünkü bugünkü gibi teknoloji olmadığı için biz o zamanlar yazılarımızı koltuğumuzun altına alıp gazeteye gider ve verirdik. Nerede hemen şimdi anında dünyanın öbür tarafına dünya kadar yazı yollayabilmek olayı! Neticede yazıları verdim ve o hafta sonu benim yazılarımı kullandılar." diye konuştu.
"Başvuruyu yaparken ana amacınız mimarlığın yanı sıra hobi olarak sinema eleştirmenliği mi yapmaktı, yoksa 'Hayır ben hayatımı sinema eleştirmeni olarak geçirmek istiyorum, mimarlığı bırakmak istiyorum' diye mi düşündünüz?" sorusu üzerine Dorsay, ise "Çok güzel söylediniz. Sinema benim hobim gibiydi ama daha sonra Cumhuriyet'te belli bir para karşılığı yazarlığa başlayınca -çok yüksek bir para değildi ama ne olursa olsun belli bir para alıyordum- hobim benim hayatımın temel uğraşı oldu. Hiç bundan da şikayet etmedim." dedi.
"Yapıştı, ruhuma girdi sinema"
Cumhuriyet'te o dönem Türk sineması üzerine Turhan Gürkan yazdığı için 1970'e kadar kendisinin sadece yabancı film eleştirisi kaleme aldığını aktaran Dorsay, 1970 yılında Yılmaz Güney'in "Umut" filmini izledikten sonra Türk sineması üzerine de yazmaya başladığını kaydetti.
1977 yılında Sinema Yazarları Derneğini (SİYAD) de kuran Dorsay, "O kadar çok sevdim ki sinemayı. Yani yapıştı, ruhuma girdi sinema. İşte bugün 80 küsur yaşındayım. Küsuratı bana kalsın ama hala filmleri görüyorum, yazıyorum. Yani sinema benim yaşam aracım, eğlencem, hobim aklınıza hangi sözcük gelirse gelsin onu kullanın. O oldu yani. Bu saatten sonra da bırakamıyorum sinemayı. Bakın kaç yaşına geldim, hala haftada 3-4 film görüp T24'e yazıyorum." ifadesini kullandı.
Atilla Dorsay, "Hobi bir meslek haline gelince bazen göreve dönüşebiliyor, eleştirmenlik sürecinde böyle bir duygu hiç yaşadınız mı?" sorusu üzerine ise "Öyle değil! Haftada 3-4 tane filmi bizim için özel olarak yapılan basın gösterileri adlı sabah programlarında izliyoruz ve bir tür üstünlük hissediyoruz. Çünkü o filmleri biz herkesten önce görmüş oluyoruz. Bu kusura bakılmasın ama bana bir gurur veriyor." dedi.
Hatta zamanında bazı arkadaşlarının "eleştirmenliği bırakıp senaryo yaz, film yönet" diye telkinlerde bulunduğunu anlatan Dorsay, "Ama benim esas yönelişim bu değil. Yani bir film yönetmek hiç aklımdan geçmedi. Senaryo yazmak geçti. Bir dönemde Yıldız Kenter benden bir oyun yazmamı rica etti. Düşünün koskoca Yıldız Kenter benden böyle bir ricada bulunuyor. Oturdum daktilomun veya bilgisayarın başına ama elimden gelmedi. Bir senaryo yazmak o kadar zor bir iş ki, yani başka bir teknik. O teknik bana o kadar yabancı ki. Dolayısıyla buna heveslenemedim, yani girmedim bu işin içine." diye konuştu.
Dorsay, eleştirmenlik ve sinema yazarlığı açısından "kopamıyorum artık sinemadan" değerlendirmesinde bulundu.
Sinema eleştirmenliğinin dönüm noktaları: "Emek yoksa ben de yokum"
Dorsay, sinema eleştirmenliği kariyerindeki dönüm noktalarını da sıraladı.
En başta "ilk eleştirilerini koltuğunun altına alıp gittiği" Cumhuriyet gazetesinin kendisini "hemen işe almasını bir tür mucize olarak kabul ettiğini" belirten Dorsay, bu gazetede 27 yıl çalıştığını hatırlattı. Daha sonra bir ara Milliyet'te yazdığını, ardından Yeni Yüzyıl gazetesinin kuruluşuna katıldığını dile getiren Dorsay, bu gazetenin kapanmasının ardından Sabah gazetesinde 7-8 yıl çalıştığını, ancak bir yazısında "Emek yoksa ben de yokum" dediği için okura verdiği sözünü tutarak Emek Sineması kapatılınca gazeteden ayrıldığını anlattı.
Dorsay, artık T24'te yazdığını belirterek, "Onun da cazibeleri var. Çünkü herkesten önce o yazıyı duyurursunuz, anında çıkar. Düzeltebilirsiniz son dakikada bir hata yaptıysanız." diye konuştu.
"Belki ben de bir duayenim ama benim de duayenlerim vardı"
Dorsay, kendisi "duayen" olarak nitelendirilse de Nijat Özön, Tuncan Okan gibi isimlerin gazetelerinde ilk sinema eleştirilerini yaptıklarını belirterek, "Bu sözcük çok kullanılıyor. Duayen dedi mi artık akan sular duruyor. Hoşuma da gidiyor tabii. Yani insanlar ne kadar mütevazı olurlarsa olsunlar komplimanlar her zaman iyi karşılanır. Belki ben de bir duayenim ama benim de duayenlerim vardı çok açık söyleyeyim. Daha sonra sinema konusunda o kadar etkili eleştiriler yazdım ve o kadar çok kitap ürettim ki." dedi.
Sinema ve Türk Sineması
Söyleşinin sinema ve Türk sinemasına dair bölümünde Dorsay, 1970 yılında Yılmaz Güney'in "Umut" filminden itibaren "Türk sineması üzerine yazmayı bir misyon saydığını" belirterek, "Çünkü bizim sinemamız. Hollywood'u övmek kolay, İtalyan sinemasını övmek de kolay. Öyle büyük ustaları var ki ama Türk sineması da çok önemli." diye konuştu.
Dorsay, 2000'lerde Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu ve Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerle Türk sinemasının yepyeni bir döneme girdiğini ama "daha da yeni isimlerin" de gelmekte olduğunu söyledi.
Türk sinemasında hem "berbat" hem de "çok iyi şeyler" çıktığını ifade eden Dorsay, "Bütün festivaller artık Türk sinemasını alıyor istiyor, talep ediyor." ifadesini kullandı.
Dorsay, ABD'nin California eyaletinin Los Angeles kentindeki yangınların Hollywood'u etkileme potansiyeliyle ilgili olarak, "Hollywood Hollywood'dur, her şeye rağmen toparlanacak. Ama bu yıl Oscar'ları yapmayabilirler, bu da dünya çapında bir eksik olacak çünkü o kadar alışılmış ki o törene, dünyanın en önem verilen, en merakla beklenen ödül sinema ödülleri. Yani daha başka bir sürü ödül var ama Oscar bambaşka." değerlendirmesinde bulundu.
Günümüzün popüler konusu yapay zekayı ise ciddiye almadığını dile getiren Dorsay, "Kahrolsun yapay zeka." demeyi de ihmal etmedi.
Sinema eleştirmenliği
Söyleşinin sinema eleştirmenliği bölümünde Dorsay, sadece bugünün sinemasını bilmenin eleştirmenlik için yeterli olmadığına işaret ederek, sessiz sinema döneminden günümüze önemli filmlerin izlenmesi ve temel sinema kitaplarının okunması gerektiğini söyledi. Sinema arşivi oluşturmanın önemini vurgulayan Dorsay, "Öyle ben sadece 1990'lar sonrasını veya 20. yüzyıl sinemasını sinema sayarım deyip eleştirmenliğe veyahut sinefilliğe dalmak yok. Yok öyle kolay şey." diye konuştu.
Film değerlendirme konusunda ise tek ve sabit kıstasların bulunmadığını dile getiren Dorsay, "Bir filmi 100 bin kişi seyretti, onlarla bir röportaj yapabilirseniz her birinin farklı bir karakter olduğunu, farklı bir yaşam sürdüğünü ve sinemaya da farklı bakışlarla baktığını görebilirsiniz. Bazı şeylerde birleşmek kolay değil. Ayrıca da gerekmiyor. Farklı bakışlar olsun yani." dedi.
Dorsay, kendisinin ise filmlere daha çok duygusal yaklaştığına dikkati çekerek, "Hani bazıları yönetmenden nefret ettiği için filmi sevmez veyahut da o yönetmeni çok sevdiği için sever; hayır bu açıdan tabii ki objektif olacağız. Onu asla hesaba katmamışımdır fakat (film değerlendirmede) duygularım ağır basar." ifadesini kullandı.
Özel hayatta gözde torunlar
Eşi Leman Dorsay ile İtalyanca kursunda tanışmasını "İtalyan kültürünü öğreneyim derken aşk kültürünü öğrendim" diye açıklayan Dorsay'ın özel hayatında ise torunları merkezde.
Dorsay, "Onlar benim hayatımın neredeyse temel endişesi, kaygısı aynı zamanda zevki ve neşesi oldular. Onları bir hafta görmesem bayağı üzülüyorum. Eşim de öyle, kalkıp gidiyoruz veya onları bize çağırıyoruz." diye konuştu.
Ayrıca, normalde insanlar akşamları film izlerken, kendisi ve eşinin tüm günü sinemayla geçirdiklerinden akşamları yabancı dizileri tercih ettiklerini aktaran Dorsay, yerli dizilerin uzun sürmesini ise seyirciyi "sömürme" olarak nitelendirdi.
Atilla Dorsay bugüne kadar 65 civarında kitabı kaleme aldı.
Sinema alanında, 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif etti. "100 Yılın 100 Filmi", "100 Yılın 100 Yönetmeni", "100 Yılın 150 Oyuncusu" kitaplarını yazdı. "Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları: Türk sineması 1990-2004" ile "Hayatımızı Değiştiren Filmler" serisinin 1985-1995, 1995-2005 ve 2005-2015 yıllarını yayımladı. Oyunculara dair "Yılmaz Güney Kitabı" ve "Sümbül Sokağın Tutsak Kadını"nı kaleme aldı. Sinema kitaplarının arasında "Sinema... ve Unutulmayanlar", "Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar" ile "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" de yer aldı.
Aynı zamanda Dorsay, söyleşiler, seyahat notları, hikaye ve şiirler de yazdı.
Atilla Dorsay ile söyleşinin sinema ve Türk sinemasına dair bu bölümünün detayları şöyle:
Barışkan Ünal: Kitabınızda, yönetmen Metin Erksan'la bir tartışmanızda diyorsunuz ki "özellikle başlarda Türk sinemasına yanlış değer ölçütleriyle eğildiğimi itiraf edebilirim.” Burada neyi kastettiniz? Türk sinemasına karşı ilk başladığınızdaki düşünceniz neydi ve ne oldu ki bu değer ölçütleriniz değişti?
Atilla Dorsay: Ben Türk sinemasını da seyrettim aslında. Askerliğimi yaparken Salihli'deydim. Orada bir sinema vardı, devamlı Türk filmi oynardı. Hafta sonları İzmir'e inerdim. İzmir'de ancak birkaç yabancı filmi yakalarsam yakalardım. Yıllarca Türk filmi seyrettim ki 1960'lı yıllar da Türk sinemasının, Yeşilçam'ın en parlak yıllarıdır.
Barışkan Ünal: Evet. O yüzden merak ettim o ifadede neyi kastettiğinizi?
Bilmiyorum, Türk sinemasını o yıllarda (sinema eleştirmenliğinin ilk yılları) sevdim, ettim ama üzerinde düşünmedim, yazmadım. Çok istisnai olarak 1960'ların sonlarında birkaç film üzerine yazmışımdır. Ama benim Türk sinemasına dair ciddi biçimde eleştiri yazmam 1970 yılında ve Umut filmiyle başlar. O günden sonra Türk sineması üzerine yazmayı bir misyon saydım çünkü bizim sinemamız. Hollywood'u övmek kolay, İtalyan sinemasını övmek de kolay. Öyle büyük ustaları var ki, ama Türk sineması da çok önemli. Artık böyle düşünüyorum.
Barışkan Ünal: 1966'dan bu yana, 59 yıl boyunca Türk sinemasının gelişimine tanık oldunuz ve her dönem eleştiri yazdınız. Baktığınız zaman Türk sinemasının en verimli ya da en iyi dönemi dediğiniz bir dönem var mı ya da sizin en fazla film eleştirmekten keyif aldığınız dönem hangisiydi?
Atilla Dorsay: Bir zamanlar öyle bir dönem oldu ki 15 yıl boyunca sadece Muhsin Ertuğrul gibi bir tiyatro adamı film yönetti. 1940'larda da çok az sayıda iyi yönetmen gelip geçmiştir. 1950'lerde biraz başladı ilk yönetmenler, işte Lütfi Akad, Memduh Ün, Osman Seden gelmeye başladılar ama asıl atılım 1960'larda olmuştur. 1960'lar Yeşilçam'ın da gerçekten şaha kalktığı ve Türk seyircisini fethettiği ve seyircinin de aynı şekilde yalnız İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde değil, taşrada da sinemalara Türk filmi için koştuğu bir dönem olmuştur.
1970'ler bir bunalım dönemidir. 1974 Kıbrıs olayları dolayısıyla Hollywood bize yolladığı filmleri keser. Herkes Türk filmine gitmeye başlar ama aynı yıllarda seks filmleri birden bire kendini gösterir, nasıl göstermişse! Böyle tutucu bir toplumda o seks filmleri yılları gerçekten utanılacak yıllardır ve doğru dürüst Türk filmi yapılmamıştır. 1970'lerin sonlarından itibaren 1980'lerde yeni bir kuşak gelir. Reha Erdem, Nuri Bilge (Ceylan), Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu ve Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerle -ki en son kitabımı onlara ayırmıştım, onları büyük bir altılar olarak görüyorum- yepyeni bir sinema geldi ve daha da yeni isimler geliyor, onu da söyleyeyim.
"Mukadderat diye bir film oynadı. Bayıldım o filme"
Bu sürece baktığınızda 2000'ler sonrası Türk sinemasını daha gelişen ve ileriye doğru giden bir süreçte mi görüyorsunuz, yoksa yine iniş çıkışlarına devam eden bir Türk sineması mı var?
Atilla Dorsay: Hayır, hayır, bütün sinemalar öyledir. Hollywood'u bağrımıza bastık yıllardır ama ne kadar kötü ne kadar iğrenç şeyler de yaptılar. Yalnızca iyi film yapamazsınız. Yani kalem tutan herkesin iyi bir kitap yazması gibi, yok böyle bir şey. Türk sinemasında da berbat şeyler yapılıyor ama çok iyi şeyler de yapılıyor.
(Günümüzde) sinema bilet fiyatları gerçekten de arttı ama buna mukabil Türk sinemasında büyük bir gelişme var. Tamam bu gelişmenin büyük çoğunluğu tuhaf filmler, yani aralarında korkunç şeyler anlatan sözüm ona korku filmleri de var. Fakat Türk sineması diye bir sinema var.
İşte en son birkaç film oynadı. Onlara bayıldık doğrusu. İşte Mukadderat diye bir film oynadı. Bayıldım o filme. Tur Rehberi de çok iyiydi. Türk sineması çok iyi şeyler yapabiliyor. Bütün festivaller artık Türk sinemasını alıyor istiyor, talep ediyor.
"Zeki'yle Nuri Bilge sonuç olarak birbirlerinden nefret etme noktasına geldiler"
Seyirci sorusu: Yönetmenler Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz arasında rekabet varmış gibi sürekli medyada konuşuluyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atilla Dorsay: Nasıl değerlendireyim, ikisi de tanıdığım sevdiğim insanlar. Sanatçılar genellikle birbirlerine yakındırlar ama bazen de arkalarını dönerler birbirlerine, hatta birbirlerinden nefret ederler. Zeki'yle Nuri Bilge sonuç olarak birbirlerinden nefret etme noktasına geldiler. Nasıl geldiler? Onu ben de bilemiyorum. O çok insani bir şey. Ama yani hep benim için dost olarak kalacaklar. "Benim Sevgili '6 Silahşörler'im" kitabı, biraz buna hizmet etti. Bu altı yönetmeni -onlar da içlerinde- aralarındaki ilişkiyi eserlerine aynı normlarla tekrar baştan ele alarak yakalamaya çalıştım.
Barışkan Ünal: Oscar filmlerini de değerlendiriyorsunuz. Türkiye'nin Oscar adayı olmuştu “Hayat” filmi.
Atilla Dorsay: Zeki Demirkubuz'un "Hayat" filmi benim çok sevdiğim bir film oldu ve Oscar adayı da oldu ama Demirkubuz başından beri bana o ödülü vermezler havasına girdi ve sonunda da dediği doğru çıktı. O filme ödül vermediler. Ama şu anda Oscarların artık yapılıp yapılmayacağı bile meçhul. Çünkü öyle bir yangın yaşıyorlar ki.
"Oscar'ları yapmayabilirler, bu da dünya çapında bir eksik olacak"
Barışkan Ünal: Yangınlar sizce Hollywood'u nasıl etkiler ya da etkiler mi film yapma sürecini?
Atilla Dorsay: Sanmıyorum. Hollywood Hollywood'dur, her şeye rağmen toparlanacak. Ama bu yıl Oscar'ları yapmayabilirler, bu da dünya çapında bir eksik olacak çünkü o kadar alışılmış ki o törene, dünyanın en önem verilen, en merakla beklenen ödül sinema ödülleri. Yani daha başka bir sürü ödül var ama Oscar bambaşka.
Seyirci sorusu: İran sinemasına baktığımız zaman duygu sanki ön plana çıkıyor. Rus, Çek sinemasında düşünce, felsefe, Hollywood yapımlarında aksiyon. Türk sinemasını belli bir kavrama oturtabiliyor muyuz?
Atilla Dorsay: Daha çok Türkiye'nin içinde bulunduğu durum, boşluğu, sorunlar, demokrasinin ne derece yerleşip yerleşmediği, daha dünya kadar şey Türk toplumunun açıkça dikkatini, ilgisini ya da bilinç altındaki kaygılarını temsil eder. Bir Türk filminin bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullardan tümüyle uzak olması ve kendi başına gitmesi kolay kolay düşünülemez. Tabii her film illa da bunu yapıyor mu? Yapmıyor ama filmlerin çoğu bilinç altında da olsa bu verilere uymak zorunda. Bunlardan çok uzak olan, tamamen fantezi türünde filmler de var. Berbat komediler. Bu tür filmlerden de hiç hoşlanmıyorum.
Ben çok şanslıyım, eşimle (Leman Dorsay) birlikte bütün dünyayı gezdik aşağı yukarı. Gitmediğimiz ülke kalmadı. O bakımdan bizim sinemamızı bazen yabancı sinemalarla da kolayca kıyaslıyorum, onu da söyleyeyim. Hint sinemasından İran sinemasına ve Avrupa'nın çeşitli sinemalarına kadar.
"Birçok insanla konuşma yaptım ama Hitchcock'unki farklı"
Barışkan Ünal: Birçok yönetmen ve oyuncuyla röportajlar yaptınız, bunları “Sinema ve Unutulmayanlar” diye kitapta topladınız. Sizin için en özel olan röportaj hangisiydi?
Atilla Dorsay: Benim fanlarım bunu gayet iyi bilir. Elbette Alfred Hitchcock'tur. Cannes’da Alfred Hitchcock'u resmen yakalayıp, oteline gidip, daha önceden yardımcısına haber verip izin alarak oteline gidip, onunla baştan sona konuşan ve bu konuşmayı Türkiye'de bir sürü baş başa resimle yazan bir eleştirmen oldum. Bu kolay kolay hiçbir eleştirmenin alanına girmemiş bir olaydır. Bir Hitchcock fanı oldum ve benim o tarihten sonra söyleşi hevesim ve başarım arttı. Birçok insanla konuşma yaptım ama dediğim gibi Hitchcock'unki farklı.
Odasına gittim bir küçük teybim vardı. Heyecandan daha girer girmez o küçük teyp yere düştü. Eyvah dedim kırıldı. Ben şey yapamayacağım. Uğraştık ettik, teybi tekrar yerine getirdim. Ama ayrıca da notlar alıyorum, o da ayrı, ve dört başı mamur bir konuşma yaptık.
Seyirci sorusu: Sizce sinemayı diğer sanat dallarından ayıran en önemli faktör nedir?
Atilla Dorsay: Sinema bulunduğu zaman yedinci sanat olarak ilan edildi çünkü bütün diğerlerinden yararlanıyordu. Sinemanın yedinci sanat olması bir kere kendi içinde çok muhteşem bir şey. Çünkü düşünün ki diğer altı sanatın hepsinden yararlanabiliyor. Bu o kadar büyük bir avantaj ki, sinema bu avantajı kullanarak bu kadar popüler oldu. Bugün okuyan yazanlar var, resim veya heykel sergilerine gidenler de var ama sinemanın çok daha fazla seyircisi var. Sanatların hepsi bir filmin içinde var çünkü. Herhangi birisini çıkaramazsınız.
Seyirci sorusu: Sanki artık eski zamanlardaki gibi dünyayı çok etkileyen filmler çıkmıyormuş gibi. Mesela Matrix çıktığı zaman 10 yıl boyunca bütün dünya onu konuşmuştu. Hala "Baba" filmini konuşuyoruz. Bu konuda bir geri gidiş söz konusu mu?
Atilla Dorsay: Görüşünüze hiç katılmıyorum. Değişik filmler yapılıyor. "Baba" şimdi tekrar aynen tekrarlanmaz ki, onun yerine bambaşka şeyler geliyor, emin olun. Sinema sanatını yakından izleyen birisi böyle düşünmez. Yani çok samimiyetle söylüyorum. Ben artık her dakika değilse bile birkaç ayda bir yüreğimin ortasına oturan 4 yıldız verdiğim ve çok sevdiğim yabancı filmler ve bazen de yerli filmler, Mukadderat gibi, görüyorum, buluyorum, seyrediyorum, hoşlanıyorum.
"Kahrolsun yapay zeka"
Seyirci sorusu: Malumunuz yapay zeka günümüzde popülerlik kazanıyor ve ilerleyen bir teknoloji. Tamamen yapay zeka tarafından üretilmiş bir filmi nasıl değerlendirirsiniz? Böyle bir film yeni bir sanat formu sayılabilir mi yoksa basit bir imitasyon olarak mı kalır?
Atilla Dorsay: Bu yapay zeka olayı öylesine yapay biçimde hayatımızın içine çöktü ki herkes bunu soruyor. Yapay zekayla bir şarkıcıya hiç söylemediği bir şarkıyı söyletiyorsunuz. İşte "efendim ben bunu yapay zekayla yaptım". O adam kendisi söylememiş, çoktan da ölmüş zaten. "Yakında bir film de çekilecek." Yani kusura bakmayın ama benim yaşıma gelmiş bir insan bu yapay zeka olayını ciddiye alamaz. Gençler istediği kadar alsın. Hiç beni ilgilendirmiyor bu olay. Kahrolsun yapay zeka.
Atilla Dorsay ile söyleşinin sinema eleştirmenliğiyle ilgili bölümünün detayları şöyle:
Atilla Dorsay: Filmlerden bazılarından çok nefret ettiysem ya yazmamam gerekiyor veyahut da nefretimi açıklamam gerekiyor ki o da iyi bir şeydir. Yani bir filmi çok sevdiğinizi anlatmakla bir filmden niye bu kadar nefret ettiğinizi anlatmak neredeyse eşit düzeyde keyif veriyor bana. Çünkü ikisinin de gerekçeleri var, yani olmalı.
Barışkan Ünal: O zaman sinema eleştirmeni dediğimizde bu mesleğin kıstasları nedir? Bir sinema eleştirmeni nasıl olmalı, filmleri değerlendirirken değerlendirme kıstasları neler olmalı?
Atilla Dorsay: Şimdi tabii çok güzel bir soru sordunuz. Bir eleştirmenin kıstasları. Ben bu konuda bir kitap yazmalıyım. İnce bir kitap olur belki ama bir eleştirmen filmleri nasıl eleştirir, hangi filme hangi gözle bakıp hangi nedenlerle iyi, orta, kötü veya başyapıt der. Bütün bunları çok birkaç cümleyle özetlemek zor hatta mümkün değil. Ben şahsen bir ara şöyle bir formül bulmuştum: Amacına en iyi erişen ve anlatmak istediği şeyi en iyi anlatan film diye. Ama bu da yeterli değil. Yani öyle filmler vardır ki amacını böyle şak diye anlatmaz etrafından döner dolaşır filmin amacını sonunda anlarsınız ama çok daha iyi bir filmdir.
Barışkan Ünal: Ya da amacını sorgularsınız ama sorgulama bile günlerce düşünmenizi sağlar. Bu da aslında etkili yöntem.
Atilla Dorsay: Tabii, tabii. Yani bilmiyorum ki ben de, acaba insanı işlediği konularla düşünmeye çağıran bir film mi çok iyi bir filmdir, insanın bir duyusuna seslenen bir film midir yoksa duyuları aşmaya çalışan bir film midir? Bazılarına göre insanı en çok korkutan film en iyi filmdir. Bazılarına göre insanı en çok güldüren film en iyi filmdir. Bazıları müziği çok sever insana en iyi dans ettiren veya perdede gösterdiği müzik ve dans sahneleriyle onun ruhunu en çok okşayan filmdir. Bu böyle gider, bunun sonu yok. Yani şunu da kabul edin ki sinema bir kitle sanatı ama her birey farklıdır. Bir filmi 100 bin kişi seyretti, onlarla ezkaza bir röportaj yapabilirseniz onlarla her birinin farklı bir karakter olduğunu, farklı bir yaşam sürdüğünü ve sinemaya da farklı bakışlarla baktığını görebilirsiniz. Bazı şeylerde birleşmek kolay değil. Ayrıca da gerekmiyor. Farklı bakışlar olsun yani.
"Filmlere duygularımla bakmaya çalışıyorum"
Barışkan Ünal: Sinema yazarlığınız da var. "100 Yılın 100 Filmi" veya her beş veya on yılda bir yazdığınız en iyi filmler var. Siz sadece sanat sinemasını da değerli görmüyorsunuz, popüler filmler de var bu önemli filmler içerisinde. Filmleri seçerken değerlendirme kriterleriniz nedir?
Atilla Dorsay: Bu o kadar zor bir şey ki! Şimdi mesela Kazablanka (Casablanca) bir sanat filmi mi? O kadar tartışılır ki bu. Sinemanın 100. yılında, "100 Yılın 100 Filmi" diye kitap yazan başka yazarlar da oldu. Kazablanka'yı alanlar da oldu, almayanlar da. Ama tema çok ilginçti, savaş sırasında aşk. Bu tema beni o kadar çekti ki, belki benim çocukluğumda savaş vardı ve biz savaşa girmemiştik. Bilinç altında onu hissetmiştim ben onun ilginç bir durum olduğunu. Onun bir etkisi de olabilir ama savaş sırasında yaşanan ve insanlara çok büyük sıkıntı çektiren bir aşkın hikayesidir Kazablanka ve benim çok sevdiğim Ingrid Bergman ve Humphrey Bogart baş roldedirler. Bu filmi sevmeyeyim de kimi seveyim?
Barışkan Ünal: Film değerlendirme kriteri daha çok siz izlediğinizde o filmin size hissettirdiklerine dayanıyor gibi algılıyorum ben, hem eleştiri yazarken hem filmleri seçerken.
Atilla Dorsay: Evet. Sinemayı kolayca sanat filmi-sanat filmi değil diye ayrılan bir kesim de vardır. Onlara da saygı duyuyorum ama ben o bakışla bakmadım. Türk sinemasını da sevdim komedisi, müzikali, korku filmi.
Seyirci sorusu: Bir eleştirmen olarak aynı zamanda duygusal da yaklaşıyorsunuz filme. Ama bir eleştiri yazısı yazarken bazı noktalarda onun objektif bir değerlendirmeden, sübjektif bir beğeni arasındaki farkını ayrıştırmaya çalışıyor musunuz?

Atilla Dorsay: Duygusallığı kabul ediyorum. Yani bir filmden etkilenme belli ölçüde zekamızla olur. Hatta temelde zekamızla olur ama aynı şekilde bir filmden etkilenme duygularımızın da bir görevidir. Az veya çok etkilenebiliriz veyahut da tümüyle olumsuz olarak nefret ederiz filmden. Zeka ile duygusallık ayrı şeyler. Ben filmlere duygusal olarak yaklaşmayı her zaman tercih ettim. Çünkü sanat sonuç olarak duyguyla ilişkili bir şey. Yani siz bir resim sergisine, bir konsere, bir tiyatro eserine gittiğiniz zaman en çok duygularınız harekete geçiyor öyle değil mi? Zekanızı harekete geçiren çok daha az şey var. Dolayısıyla ben filmlere daha hala öyle bakıyorum; duygularımla bakmaya çalışıyorum. Doğru veya yanlış.
Barışkan Ünal: Ama aynı zamanda bence objektifliğinizi de bir noktada koruyabiliyorsunuz diye düşünüyorum. Çünkü mesela Halit Refiğ ile bir tartışmanız olmasına rağmen filminin ödül almasına oy verdiniz.
Atilla Dorsay: Yani şu açıdan objektif. Hani bazıları yönetmenden nefret ettiği için filmi sevmez veyahut da o yönetmeni çok sevdiği için sever. Hayır, bu açıdan tabii ki objektif olacağız. Onu asla hesaba katmamışımdır fakat (film değerlendirmede) duygularım ağır basar. Yani bunu değiştiremiyorum. Yani duygusal bir insanım genelde.
"Sadece '20. yüzyıl sinemasını sinema sayarım' deyip eleştirmenliğe dalmak yok"
Atilla Dorsay: Bana gençlerden özellikle WhatsApp aracılığıyla başvurular geliyor. Sinema yapmak istiyorum, senaryo yollamak istiyorum, kimi nasıl eleştirmen olabilirim diyor. Yetişmeye çalışıyorum. Tabii bu bireysel meselelerle uğraşmak zor. Böyle bir kitle olduğu zaman insan birkaç kişiye birden hitap edebiliyor ama yapmaya çalışıyorum.
Barışkan Ünal: O zaman hazır bir kitleye hitap edebileceğiniz bir ortamdayken biz soralım onlar adına: Sinema eleştirmeni olmak isteyen gençlere tavsiyeniz nedir?
Atilla Dorsay: Mümkün olduğu kadar çok film görmek, görmüş olmak, bir sinema arşivi oluşturmak. Bugünün sinemasını bilmekle sinemayı öğrenemezsiniz ve eleştirmenlik yapamazsınız. Sinema kitapları edinmeniz lazım, temel kitapları okumanız lazım. Ama bu da bu da ikincil. Esas mesele o filmleri görmeniz lazım. İşte bunun için zaten dünyada Sinematek denen kuruluşlar kuruldu ve yıllar boyu bizde de vardı. Ne yapıp edip eski filmler gösteriyorlardı. Bugün Türkiye'de Sinematek yine var.
Klasik deyince yani mesela ben sessiz sinemayı bile hala merak etmişimdir. 100 Yılın 100 Filmi kitabında da sesiz sinema örnekleri var. Hoşgörüsüzlük (Intolerance), 1916 sessiz daha. Çünkü sesli sinema 1928'de bulundu. Hırs (Greed) yine 1924. Bunlar sessiz sinema. Son Adam (The Last Man) yine 1924. Altına Hücum (The Gold Rush) Charlie Chaplin. Potemkin Zırhlısı (Battleship Potemkin). Yani ben bu kitabın içine bu kadar sessiz film almış isem, sinemanın başlangıcından itibaren düşünülüp her iyi filmin görülmeye çalışılması lazım. Öyle ben sadece 1990'lar sonrasını veya 20. yüzyıl sinemasını sinema sayarım deyip eleştirmenliğe veyahut sinefilliğe dalmak yok. Yok öyle kolay şey.
"Yazarlar arası tartışmalar çok doğal bir şey aslında"
Barışkan Ünal: Adı üstünde eleştirmenlik deyince, polemikler, tartışmalar da beraberinde geliyor. Hatta bunu da siz bir kitapta topladınız: "Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar". Eleştirmenlik sürecinizde 59 yılınızı düşünüp, şöyle geçmişe dönüp baktığınızda yazmaktan pişman olduğunuz ya da keşke bu kadar fazla eleştirmeseydim dediğiniz ya da bu kadar üzerine gitmeseydim dediğiniz bir konu, olay oldu mu?
Atilla Dorsay: Vallahi bilmiyorum. Bir dönemde işte merhum Onat Kutlar'ın Sinematek'in başında olduğu bir dönem vardı ama onun karşısında tamamen farklı bakışlarda olan kişiler de vardı. Yani bir tanesi mesela o zamanlar çok gözde olan İslami sinemaydı. Beni hiç rahatsız etmedi İslami sinema. Çünkü kendime göre dinsel inançlarım da vardır. En azından din asla küçük gördüğüm bir düşünme ve yaşama biçimi olmadı. Ama çoğumuz Onat'ın yanında yer aldık çünkü Onat aynı zamanda sol kesimi temsil ediyordu ve biz o yılların gençleri daha ziyade solcuyduk. Yani komünistlik demiyorum ama solculuk çok gözdeydi ve bu, toplumda o zamanlar tartışmalara yol açtı.
Barışkan Ünal: Kitabında yazdığınız, en fazla size dokunan veya sizi etkileyen polemik, tartışma hangisiydi?
Atilla Dorsay: Tartışmalarımız oldu. Bir ara Ali Hakan adlı bir sinema yazarı vardı. Benim tam tersim olan şeyleri yazıyordu ve bayağı bir çatışmaya girmiştik. Onun dışında başka yazarlarla da takıştık. Farklı açılardan baktık filmlere. Yazarlar arası tartışmalar çok doğal bir şey aslında. Hele sinema gibi edebiyatın geniş kapsamından daha geniş bir kitleye seslenen bir alanda.
Leman Dorsay: Şimdi Atilla'nın bir konuya daha değinmesi gerekiyordu. Sinema Yazarları Derneğini (SİYAD) kurdu ve ne maceralar yaşadı.
Atilla Dorsay: SİYAD benim bir yavrum, onu ben kurdum, geliştirdim, yıllarca yönettim ama şöyle bir huyum var. Ben bazı işleri kendim kurup bir noktaya getirdikten sonra onu gençlere bırakmayı çok seviyorum. Gençleri çok seviyorum. Gençlik çok önemli. SİYAD'da da öyle oldu; SİYAD'ı gençlere bıraktım. Gençler gayet iyi götürdüler, bugün de götürüyorlar. Duayenler, bizim gibi duayen titrine layık olmayı başaranlar, ne yapıp edip belli bir noktada bu işi daha genç kuşaklara bırakmalı. Gençlere bir fırsat verilmeli.