Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Atina’da konuşarak, Türkiye-Yunanistan arasındaki, son günlerdeki olumlu iklimin, Kıbrıs’ta adil, kalıcı, sürdürülebilir ve karşılıklı kabul edilebilir bir çözüm bulunmasına katkıda bulunacağını belirtti ve “Kıbrıs çözümünün sonuçları beklediğimizden çok daha faydalı olacaktır” dedi.
Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, The Economist Dergisi tarafından Yunanistan’ın başkenti Atina’da 28. Yuvarlak Masa Zirvesinde konuştu.
Türkiye ile Yunanistan arasında son günlerde olumlu bir iklim olduğuna dikkat çeken Abdullah Gül, bu olumlu iklimi baltalamaya çalışabilecek yıkıcı unsurlara karşı dikkatli olunması gerektiğinin altını çizdi.
Olumlu iklimin, Kıbrıs meselesine adadaki gerçekler temelinde adil, kalıcı, sürdürülebilir ve karşılıklı kabul edilebilir bir çözüm bulunmasına da katkıda bulunacağını belirten Abdullah Gül, “Kıbrıs çözümünün sonuçları beklediğimizden çok daha faydalı olacaktır” ifadelerini kullandı.
Türkiye-Yunanistan arasındaki sıcak havanın, Enerji arzından bölgesel güvenliğe ve NATO-AB işbirliğine kadar pek çok sorunlu konunun çözümüne katkıda bulunacağının altını çizen Gül, “Hepsinden önemlisi, bu çözüm tüm Akdeniz bölgesine refah ve zenginlik getirecektir. Bu stratejik perspektifi gözden kaçırmamalıyız” dedi.
“MEVCUT JEOPOLİTİK DÜZENİN, BARIŞ VE REFAH İÇİN KAYNAK OLDUĞUNU DÜŞÜNMEK İSTERDİM”
Abdullah Gül, Atina’da 2-4 Temmuz 2024 tarihleri arasında düzenlenen 28. Yuvarlak Masa Zirvesinde şunları belirtti:
“Öncelikle uzun yıllar sonra Yunanistan’da bulunmaktan duyduğum mutluluğu ifade etmek istiyorum. Daha önceki görevlerim kapsamında da birkaç kez burada bulunmuştum. Her seferinde kendimi çok yakın bir arkadaşımın evinde iyi ağırlanan bir misafir gibi hissettim. Davet için organizatörlere de teşekkür etmek isterim.
Her şeyden önce, dünyadaki ve bölgemizdeki mevcut jeopolitik düzenin barış ve refah için bir kaynak olduğunu düşünebilmeyi isterdim. Ancak durum böyle değil ve çok zor zamanlardan hiçbir ders almadan geçiyoruz. Dünya ve özellikle Avrupa tarihi, barışın refaha ulaşmanın “olmazsa olmazı” olduğunu kanıtlayan örneklerle dolu. Avrupa Birliği ise bunun en somut örneği.
“UZLAŞMAYI OLUMSUZ DEĞERLENDİRİYOR VE SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ İÇİN YÖNTEM OLARAK KULLANMIYORUZ”
Geçmiş deneyim ve bilgi birikimine rağmen, sorunları olgunlukla çözecek sabır ve kararlılıktan hala yoksunuz. Uzlaşmayı olumsuz bir hareket olarak değerlendiriyor ve sorunlarımızı çözmek için bir yöntem olarak kullanmıyoruz. Gerektiği zamanlarda diyalog ve uzlaşma için fedakârlık yapmaktan kaçındıkça, sonrasında ödediğimiz bedeller de bir o kadar yüksek oluyor. Bu yaklaşım, önlenebilecek acılara, ıstıraplara ve yıkımlara neden oluyor.
Hiç şüphe yok ki barış yapmak savaş yapmaktan daha zor. Aslında Avrupa bu gerçekle pek çok kez yüzleşmişti. Soğuk Savaş döneminde bile bu uzlaşmacı ruhla bugünkü AGİT kurulmuş ve 1975 yılında Helsinki Nihai Senedi imzalanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Avrupa’nın güvenliği ve istikrarı için önemli ilerlemeler kaydettik.1997 yılında ortak karar ve eylem mekanizması olarak NATO-Rusya Daimi Ortak Konseyi’nin kurulması bu yönde atılmış önemli bir adımdı. Bu platform, Rusya’nın Kırım’ı yasadışı ve gayrimeşru ilhakına kadar işlevini tam olarak yerine getirdi. Ciddi kayıplar yaşansa dahi Balkanlar’daki çatışmalar uluslararası toplumun ortak aklıyla çözüme kavuşturulabildi.
“RUSYA-UKRAYNA SAVAŞIYLA KARŞI KARŞIYAYIZ”
Avrupa’ya bir daha savaş gelmez diye düşünürken, şimdi Avrupa ve transatlantik güvenliğini sarsan Rusya-Ukrayna savaşıyla karşı karşıyayız. Bu sadece iki komşu ülke arasındaki bir savaş değil. Bundan çok daha fazlası. Bu savaş, Batı ile Doğu’yu yeniden karşı karşıya getirdi ve dünya çapındaki kutuplaşmayı arttırdı; net bir şekilde tehlikeli bir oyunun vekiller savaşına dönüştü. Bu savaş önlenebilir miydi? Bence evet.
“FİLİSTİN’DE TANIK OLDUĞUMUZ SAVAŞIN TEMEL NEDENİ TEK KELİMEYLE; ‘İŞGAL’ DİR”
Ukrayna, Rusya ve AGİT Özel Temsilcisi tarafından 2014 ve 2015 yıllarında imzalanan Minsk Anlaşmaları bu yönde önemli bir adımdı. Ne yazık ki taraflar bu anlaşmaları uygulamakta başarısız oldu ve barışı değil savaşı müzakere ettiler. Yaşanan bunca acı ve pişmanlıktan sonra, daha fazla zararı önlemek için aynı masa etrafında yeniden bir araya gelmenin ve ciddi bir müzakereyi başlatmanın şimdi tam zamanı. Bu sadece Avrupa’nın güvenliği için değil, aynı zamanda dünya genelindeki güvenlik yapılanması için de çok kritik.
Öte yandan, savaşın parçaladığı Orta Doğu’da, özellikle de Gazze’deki durum endişe verici. BM Genel Sekreteri’nin de haklı olarak belirttiği üzere, İsrail’e yönelik 7 Ekim saldırıları “bir boşlukta gerçekleşmedi”. Her iki tarafta da sivillerin hayatını kaybetmesini kesin bir dille kınıyorum. Ancak İsrail-Filistin çatışmasının Filistinliler için trajedilerle dolu elli yıllık bir geçmişi olduğunu da unutmamalıyız. Bugün Filistin topraklarında hep birlikte büyük bir üzüntüyle tanık olduğumuz savaşın temel nedeni tek kelimeyle “işgal “dir.
İsrail’in;
1) 1967’den bu yana Batı Şeria ve Doğu Kudüs üzerindeki baskıcı kontrolü,
2) işgal altındaki Filistin topraklarını yasadışı yerleşim politikasıyla sömürgeleştirmesi,
3) insan onuruyla bağdaşmayan baskıcı politikaları,
4) BM Güvenlik Konseyi’nin bağlayıcı kararlarını hiçe sayması,
bugünkü içler acısı tabloya talihsiz bir zemin hazırlamıştır.
Üstelik, bu politikaların dünya kamuoyu tarafından “yeni normal” olarak kabul edilmesi tam bir cehaletten ibarettir. İsrail’in dünyanın gözü önünde Gazze’yi yerle bir etmesi, 40.000’den fazla savunmasız insanı, kadını ve çocuğu öldürmesi hiçbir Batı değeriyle örtüşmemektedir. Sorunun özünü görmezden gelir ve temel nedenleriyle ilgilenmezsek, sürdürülebilir bir barıştan söz edemeyiz ve kısır döngü devam eder. Bu stratejik bir hata olur. Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğu 1967 sınırlarına dayalı iki devletli bir çözüm, hem Filistinliler hem de İsraillilerin daha parlak bir geleceğe ulaşması için tek seçenek. Bu çözüme ulaşılması İsrail’in güvenliğini de sonsuza kadar garanti altına alacaktır. Bu kronik meselede gerçek bir atılım yapmanın zamanı artık geldi.
Gözlerimizi tekrar Avrupa’ya çevirerek bir başka tehdide de dikkatinizi çekmek isterim. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde tanık olduğumuz üzere Avrupa’da aşırı sağın yükselişi de risk taşıyan bir mesele. Aşırı sağ politikalar tarih boyunca Avrupa için iyi sonuçlar getirmemiştir. Avrupalı liderler bunun nasıl ve neden olduğu konusunda derinlemesine düşünmelidir.
Bölgemizdeki bu kasvetli tabloya rağmen Türk-Yunan ilişkilerinin gidişatı söz konusu olduğunda güneş parlıyor. Ülkelerimiz kara ve deniz sınırlarını paylaşıyor ve kültürlerimiz birbirine bağlı. Bu bağlılık, Türk-Yunan ilişkilerini devletler ve halklar düzeyinde çok daha özel kılıyor. Ortak coğrafyamız bizim kaderimiz. Dolayısıyla bu gerçekliğe uygun bir şekilde hareket edecek kadar bilinçli olmalıyız.
İyi niyet, açıklık, güven ve empati üzerine kurulu bir yaklaşım ilişkilerimizin gelişmesinde her zaman fark yaratır. Daha önceki görevlerimde Yunanlı muhataplarımla bu yaklaşımı uyguladığımda tatmin edici sonuçlar elde ettik. Şimdi de benzer şekilde, taktiksel hamleler yapmadan stratejik bir vizyonla pozitif gündeme bağlı kalmalıyız. 2023 Atina Deklarasyonu ilişkilerimizde yeni ve dinamik bir sayfa açtı. Her iki tarafın liderlerinde de yapıcı diyaloğu sürdürmeye yönelik açık bir siyasi irade mevcut.
Ege Denizi bizim ortak hazinemiz. Ege, çatışmanın değil, işbirliği ve diyaloğun kaynağı olmalı. Ege’de çözüm bekleyen tüm meselelerin çözüme kavuşturulması için yapıcı diyalog, diplomasi ve uluslararası hukuk; çatışma mantığına üstün gelmelidir. Bu tür çabalar Ege’deki sorunlara her iki tarafın da kabul edebileceği adil, kalıcı, kapsamlı ve hakkaniyetli bir çözümün yolunu açacak.
Birbirimizin meşru haklarına ve hayati çıkarlarına saygı göstermeliyiz. Empati kurmak ve kendini karşısındakinin yerine koymak bu anlamda büyük bir önem taşıyor. Maksimalist bir yaklaşımdan kaçınarak hepimizin ne kazanabileceğine odaklanmalıyız. Ekonomi, çeşitli düzeylerdeki ilişkilerimizin güçlendirilmesi için en elverişli araç. Karşılıklı doğrudan yatırımları arttırabilirsek, ekonomilerimiz birbirine daha bağlı hale gelecek. Bu da bölgede ve ötesinde birbirimizin çıkarlarını savunmak için elimizi güçlendircek.
“YAŞANAN OLUMLU İKLİM; KIBRIS’TA ADİL, KALICI ÇÖZÜME KATKIDA BULUNACAK”
Turizm, işbirliği için yeni fırsatlar yaratan bir diğer sektör. Bu alanda son dönemde kaydedilen gelişmeler ise takdire şayan. Ek olarak, kültürel mirasımızı birlikte tanıtmak için yeni projeler başlatmalıyız.
Tüm bu olumlu gelişmelerle birlikte, bu olumlu iklimi baltalamaya çalışabilecek yıkıcı unsurlara karşı dikkatli olmalıyız. Provokatif olabilecek marjinal grupların tuzağına düşmemeliyiz. İlişkilerimizde son dönemde yakalanan olumlu havanın sürdürülmesi ve güçlendirilmesi ülkelerimizin ve tüm bölgenin yararına olacaktır.
Böylesi olumlu bir iklim, Kıbrıs meselesine adadaki gerçekler temelinde adil, kalıcı, sürdürülebilir ve karşılıklı kabul edilebilir bir çözüm bulunmasına da katkıda bulunacaktır. Kıbrıs çözümünün sonuçları beklediğimizden çok daha faydalı olacaktır. Enerji arzından bölgesel güvenliğe ve NATO-AB işbirliğine kadar pek çok sorunlu konunun çözümüne katkıda bulunacaktır. Hepsinden önemlisi, bu çözüm tüm Akdeniz bölgesine refah ve zenginlik getirecektir. Bu stratejik perspektifi gözden kaçırmamalıyız.
Sonuç olarak, birbirimize karşı olumlu ve dürüst bir yaklaşımla Türkler ve Yunanlar olarak el ele verip bölgemizdeki işbirliğinin üretici unsurları olabiliriz. Bunu yaparken de önümüzdeki “fırsatlar denizini” birlikte keşfedip değerlendireceğiz”